Anıları

1. Anı
6 Şubat pazar günü Anadolu Ajansı, abonelerine ilginç bir haber geçiyordu. Haber ünlü Halk Ozanı Mahzunî Şerif'in son kaset çalışmasıyla alâkalıydı. Henüz hazırlık aşamasında olan kaset önümüzdeki günlerde görücüye çıkacaktı
Fakat kaset görücüye çıkmadan önce, kendi alanında yeni tartışmalar başlattı. Kasetin şimdiden bu kadar çok ilgi çekmesi ve tartışmalara neden olmasının sebebi içeriğinin daha önce pek örneği olmayan bir şekilde yapılmış olmasından kaynaklanıyor. Peki kasetin içinde ne vardı? Şu ana kadar kimsenin tam olarak bilmediği çalışmayı Mahzunî Şerif'le konuştuk. Ve daha piyasaya çıkmadan hakkında spekülasyonlar yapılan kaseti anlamaya ve anlatmaya çalıştık.

Kasetin şimdiden böyle ilgi çekmesinin tek sebebi Kur'an—ı Kerim'i merkeze alarak yapılmış olması.

Asılsız iddialar

Mahzunî Şerif yeni kasetinin çalışmalarına bundan bir yıl önce başlamış. Şerif, kaset daha çok kutsal kitaptan bir esinleme olarak ortaya çıkacak diyor: "Yapmak istediğim şey evrensel bir mesajı olan kitabımızı kendi musıkîsine uygun bir şekilde anlatmak. Amacımız kesinlikle bu ilahi mesaja saygısızlık yapmak değil. Zaten yaptığımız iş doğrudan Kur'an—ı Kerim'i alıp müzik eşliğinde okumak değil. Okuduğum bir kaç mealden esinlenme sonucunda ortaya çıkan ürünleri besteleyip okumak. Benim hep türkü okuduğum düşünülerek buna da türkü demek doğru olmaz. Çünkü türkü folklorik bir ifade. Benim yaptığım; meallerden aldığım ve anladığım kutsal mesaja kendimce bir yorum getirerek onu insanlara anlatmak" diyor. Şerif, kasetinin sunumu ile ilgili olarak, "Tam olarak bittiği zaman büyük bir orkestra ve koro eşliğinde sunmayı amaçlıyoruz. Orkestra hem Doğu, hem Batı enstrumanlarından oluşacak. Eğer solist olarak katılırsam bağlamayı da etkin bir biçimde kullanmak istiyorum. "Kaset konusundaki ilk değerlendirmelerin nasıl olduğu sorumuza, "Şu ana kadar dindar insanlardan herhangi bir olumsuz tepki almadım ama aydın geçinen insanların olumsuz tepkileri var. Kaset tam olarak piyasaya çıktıktan sonra herşey daha iyi anlaşılacak. Medyanın bu konudaki sunumu çok önemli" diye belirtiyor. Aslında herşey bundan sonra değişti. Medyanın sunumu çok önemli diyen Mahzunî Şerif kendisine danışılmadan yapılan yanlış bir haberin gazabına uğradı. Evet Aşık Mahzunî Şerif bundan sonra tam olarak bitmeyen eseri üzerinde çalışmak yerine ortada olan yanlışı düzeltmek için ne yapacağını düşünmeye başlamıştı. Mahzunî Şerif bu konuda çıkan olumsuz haberler için şunları söylüyordu. "Günlerdir Türkiye'nin büyük tirajlı gazetelerinde, hiç hak etmediğim spekülatif haberler yayınlandı. Ben bunlara fevkalade üzüldüm. Asılsız olan bu haberlerin hangisini tekzip edeceğimi şaşırmış durumdayım. Bir kere şunu önemle bildirmem gerekiyor. Mükevvenatı yaratan, yeryüzünü ve gökyüzünü kudretiyle donatan, hiçbir eserinin taklidi bulunmayan, mesajları üzerine mesaj eklenmeyecek olan Yüce Allah'ın buyruklarını bir folklorik tanım olan ve yalnızca Türk halkına mahsus olan sanatsal bir aktüaliteye yani türküye indirgemem için bir budala, ya da Allah sevgisine inanmayan birisi olmam gerekir" diyor. Mahzunî Şerif bu asılsız haberlerin samimi bir biçimde emek harcayarak yapmaya uğraştığı çalışmasından bile vazgeçirtecek düzeye geldiğini belirtiyor ve ekliyor: "İnanın ben saz değil de bir davul çalsaydım, bütün samimiyetimle söylüyorum onun dahi her tokmağını Hak Hak diye vurmak isterdim. Ayrıca Peygamberin Ehli—Beytine gönül vermiş asil bir ailenin evladıyım. Bana danışılmadan yapılan bu asılsız haberler beni yaptığım çalışmadan vazgeçirtecek düzeye geldi." Mahzunî Şerif'in çalışması üzerine yapılan asılsız haberler Yazar Hilmi Yavuz' u da etkilemişti. Bu konu üzerine yazılan haberleri kaynak göstererek Kur'an—ı Kerim'in değişik bir biçimde yorumlanması üzerine Zaman gazetesindeki köşesinde bir yazı kaleme aldı. Yavuz, Kur'an'ı Kerim'i saz ile çalıp türkü gibi okumayı bir "desacralisation" (kutsal sayılan birşeyi artık kutsal görememek, göstermemek) girişimi olarak değerlendirdi. Fakat, Hilmi Yavuz değerlendirmesini yazılan asılsız bir haberi merkez alarak kaleme almıştı. Kendisi ile konuyu açıklayarak görüştüğümüzde Hilmi Yavuz, "Eğer Mahzunî Şerif'in çalışması bir esinleme ise ve "türkü" kavramının dışında bir çalışma ise farklı bir değerlendirme yapmak gereklidir" diyor. Mahzunî Şerif yapmış olduğu kasedi her yönü ile anlatmalı ki kimsenin aklında bir şüphe kalmamalı.

Kasette neler var?

Aslında bu çalışma 50 ayeti kapsıyor fakat kasette sadece 12 ayet temel alınarak yapılmış. Mahzunî Şerif bu 12 ayet için "Ben çocukluğumda Kur'an eğitimi aldım, bu ilahi mesaj beni her zaman etkilemiştir. Kasette ilk elden etkilendiğim ayetler içinde Ali İmran, Dehr (insan), Zümer gibi ayetleri kendime merkez olarak aldım. Kasete de isim olarak "Köylüce" ya da kaset içinde etkilendiğim surelerden birinin ismini koyabilirim" diyor.

Aslında bu projenin fikir babası Prof. Erdoğan Soral. Ozan Mahzunî Şerif'e bu konuda bir çalışma yapması için o teklifte bulunmuş. Erdoğan Soral çalışmanın prototipini dinleyenlerden biri, çalışma konusunda onun da ilginç değerlendirmeleri var. "Dinin kendine has bir sesi var. Bu ses Kur'an—ı Kerim'in de içinde mevcut. Amaç bu bilinmeyen sesi insanlara öğretmek ve bilgilendirmektir. Mahzunî Şerif bu ülkenin en iyi seslerinden biri; o yaptığı çalışma ile dinsel ses perdelerini hiç bilmeyen, duymayan insanlara bu çalışmasıyla kaynak oluşturacak" diyor.

Bu konudaki fıkhi değerlendirmeyi yapacak olan Diyanet İşleri Başkanlığı henüz bir açıklama yapmadı. Fakat görüştüğümüz Diyanet yetkilileri çalışmanın içeriğinin ne olduğunu bilmediklerini, bu konuda detaylı bir bilgilendirme sonucunda bir değerlendirme yapacaklarını belirtiyorlar. Aşık Mahzunî Şerif çalışmasıyla ilgili tüm başvuruları yapacaklarını, kanun neyi gerektiriyorsa ona göre davranacaklarını belirtiyor. Biz konunun fıkhi yönünü İlahiyatçı—yazar Prof. Dr. Süleyman Uludağ'a sorduğumuzda çalışmanın tam olarak neyi anlattığını ve nasıl işlendiğini bilmesi gerektiğini vurguluyor. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Süleyman Uludağ'ın bu konuda yazmış olduğu "İslam Açısından Musıkî ve Sema" adlı eserinde "Peygamber Efendimiz Kur'an'ı güzel sesle okumalarını ümmetine teşvik etmiştir. Aradan zaman geçtikçe muhtelif bölge ve şehirlerdeki güzel sesli okuyucular, Kur'an kıraatını mahalli melodilerle karıştırarak ahengi bozmuşlar ve kıraatı adeta şarkı ve gazellere benzetmişlerdir" diyor.

Uludağ, "Kur'an'ın kendine göre bir müzikalitesi var, buna teganni denir. Kur'an'ın üslubu içinde taganni caizdir. Anladığım kadarıyla bu çalışma bir ilham alma üzerine kurulu, adını güzel koyma şartıyla iyi bir mesaj verebilir. Böyle bir teşebbüse ilk bakışta zorluk çıkarmamak ve iyi bir değerlendirme yapmak gereklidir" şeklinde ifade ediyor.

Eskilerin deyimiyle "ortada ne fol var ne de yumurta." Gerçek olan tek şey farklı olan bir müzik çalışması ve bu konuda ortaya çıkan asılsız iddialar. Herhalde bu konuda verilecek en iyi cevapları eserin sahibi ve ortaya çıkacak olan eserin kendisi verecektir. Şu an eserin çıkması askıya alınmış olsa bile.

2-BULUŞMAYI TEHLİKEYE SOKAN TÜRKÜ
1972 yılının Ağustos veya Eylül ayı olmalı… 12 Mart’ın sıkıyönetim günleri. İbrahim Kaypakkaya ile, bir yandan başlamış olan TİİKP operasyonu nedeniyle arandığımız, diğer yandan da TKP(M-L)-TİKKO kuruluş çalışmaları görüşmeleri yaptığımız günler.
Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndan iki arkadaşım da, Gültepe (İstanbul Şişli) Yahya Kemal Mahallesi’nde bir gecekondu kiralayıp, harıl harıl Ekim’deki bitirme sınavlarına hazırlanıyorlardı. Yolum Kâğıthane, Çağlayan taraflarına düştükçe, onlara da uğruyorum. Zaten on gün uğramasam, yakalandığıma hükmedecekler… Yine uğradığım bir gün, vakit akşama dönerken, Yahya Kemal Mahallesi son durağının aşağısındaki evden çıktım, yokuş yukarı ana caddeyi arşınlayarak minibüs durağına yürüyorum. İbrahim Kaypakkaya ile buluşacağımız yere gideceğim… O da Antep ve Malatya’dan yeni gelmişti İstanbul’a.
Caddenin alt tarafında, bitimine yakın yerde bir plakçı dükkânı vardı. Minibüs ve İETT otobüs son durakları da plakçının biraz yukarısındaydı. Plakçı, günün çok satan ya da yeni çıkmış kaset ve plaklarından dışarıya sürekli müzik yayını yapardı. Fırtınasının iyice esmeye başladığı ve Orhan Gencebay’ın rakipsiz “kral” olduğu arabeskten tutun da, türkü, şarkı, yerli yabancı hafif müzik parçalarına kadar her türlü müzik, bu sokağa yayının konusu olabiliyordu… Yeter ki çok satsın, yeter ki moda olsun vb. Plakçının, o gün o akşama yakın saatlerde ve döndürüp döndürüp çaldığı türküyü ise, o ana kadar ne o yıllarda harıl harıl kaset çalınan İstanbul’un minibüslerinde duymuştum, ne de zaman zaman görüştüğümüz Tuncelili Âşık Zamani’den. Zamani henüz Zamani olarak ünlenmemişti, ama Unkapanı piyasasından haberdardı.
Çalınan türkünün ezgisi, söyleyen ses tanıdıktı… Ama ilk kez duyduğum sözleri? Sözlerinde sanki bazı şifreler vardı. Bir yılı aşkın süredir üniversite ortamından kopup yer altı çalışması içinde İstanbul’un işçi semtlerini mekân tutmuş ve aranmakta olan 12 Mart döneminin genç devrimcisini mıknatıs gibi çeken şifre adlar… “Erim erim eriyesin” deyimi içine saklanmış ERİM (Nihat)… Peygamber dağı Tur’un Sina’sına gönderme yapar gibi söylenmiş SİNAN (Cemgil), “haktan gelen” bir kâlp imanının sözünü ediyor izlenimi veren İNAN (Hüseyin) , Erim’i yiyecek “yılan”ın tamlayanı ÇAYAN (Mahir), “pençesi vurulsun” denen ASLAN (Yusuf) ve “Erim”in “çayını yutup kurutacak” olan DENİZ (Gezmiş) sözcükleri…
Şifreyi çözmemek için ahmak olmak veya bu adlar konusunda hiçbir şey bilmemek gerekirdi. Ama adlar da bilinmeyecek gibi değildi ki. Türküde beddua edilen kişi, dönemin “Balyoz harekâtı” operasyonunun Başbakanıydı. Diğerlerini ise, magazin ve yeni yeni çıkmaya başlayan bulvar türlerine varıncaya kadar bütün gazeteler her gün ve nal gibi puntolarla, devletin radyosu ise günde dört-beş öğün, “eşkıya”, “şaki”, “vatan haini” diye sövüp sayarak milletin beynine adeta zorla sokuyorlardı. Tıpkı, şimdi Fethullah ve Müslüman donundaki diğer Haçlı irtica medyasının, Ergenekon tertipleriyle gözaltına alınan, tutuklanan yurtseverler hakkında yürüttüğü kirli propaganda gibi. Haçlı irtica TV’lerinin, ürkünç görüntülerle bezenmiş, boğuk ve derinden gelen korkutucu seslerle yaptıkları “Ergenekon” sunumlarını getirin gözünüzün önüne… Bu sunumlardaki “Ergenekon” sözcüğünü çıkarın, yerine milleti korkutsun diye şeddeli bir vurguyla söylenmesine dikkat edilen “Marksiiyst, Leniniiyst ve hatta Maoist” sözcüklerini koyun… Bu sözcükleri çeşit çeşit bomba, silah, patlayıcı madde ve kitap resimleri ile, aynen şimdi olduğu gibi krokilerle, esrarengiz örgüt şemaları ile vb süsleyin… Bunları da günlerce, aylarca tekrarlayın. Akılda kalmaz mı bu adlar?
Kulağım türküde plakçıyı geçip giderken geri döndüm. Dükkânın önünden bu kez biraz önce geldiğim yöne doğru ve yavaş adımlarla yürüyerek, türküyü bir daha dinlemeye çalıştım. Aaa, “şifreli” türküyü çalıp söyleyen, ezgisi de sesi de tanıdık “türkücü”, âşık Mahzuni idi… Bir an kim olduğu konusunda nasıl da tereddütte kaldım… Oysa bizler, biz 68’in devrimci gençleri, Mahzuni’nin sesini, ezgisini, “ayak seslerinden tanırız”.
Evet, türkü, daha önce hiç duymadığım bir Mahzuni türküsüydü… Fakat sözleri neydi öyle?
Musa isen Tur-i Sinan
Haktan gelmiş idi İnan
Yesin seni yılan Çayan
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin
Aslan pençesi vurulsun
Çayın Deniz’de kurusun
Gözlerin yansın çürüsün
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin
Geri döndüm, tekrar yukarı yürüdüm… Dükkânı beş on adım geçip bir daha tersyüz ettim. Böyle kaç kere dönüp durdum, bilmiyorum. Bir ara saate bakmak akılma geldi.
Eyvaaah, İbrahim şu anda buluşma yerine ya geldi, ya da gelmek üzeredir, ama benim oraya varmam, taksi çevirsem 40-45 dakikayı bulur… O kadar bekler mi? Beklemesine beklemez, ama kim bilir aklına neler gelir? Yakalandığıma hükmedip, bana bağlı bütün ilişkileri koparmaya koşmaz mı? Bütün ilişki ve bağlantıların yeniden düzenlenmesi bir dizi yeni külfet, gizli çalışma kurallarında yeni gedikler açılması olmaz mı? Bir anda kafama üşüşen daha bir yığın soru…
Can havliyle yokuş yukarı, minibüs durağına doğru koştum. Doğruca, elli dakika aralıklı yedek buluşmaya gitmeye karar verdim. Buluşma yerine 10 dakika erken vardım. İbrahim Kaypakkaya da, ümitsiz olarak, ama yakalanıp yakalanmadığım konusunda emin olmak için, erken gelip bir yere gizlenerek, yedek buluşma şansını kullanmaya karar vermiş. Ama, ya yakalandıysam ve polis de bana yedek buluşmayı itiraf ettirdiyse ihtimalini düşünerek, dokuz doğuran bir tedirginlikle… Gizlendiği yerden geldiğimi görmüş, ama peşimde polis filan olup olmadığını iyice anlamak için, yerinden hemen çıkmayıp, bir süre daha beklemiş. Buluşma saatinden on beş dakika, gelişimden yaklaşık 25 dakika geçtikten sonra ortaya çıktı. İlk sözü, “Ne oldu, bir sakatlık yok ya? Beni meraktan çatlattın… “ diye çıkışmak oldu. Mahcup bir tavırla durumu açıkladım. Bu kez, “Yok yaa… Mahzuni yüzünden haa…” diyerek kahkahayla gülmeye başladı. Hemen yürümeye başladık. Hem yürüyoruz, hem de o arada bir dizine vurup gülmeye devam ederek, “Seni de Mahzuni haa…” deyip duruyordu. Ben gülmüyordum… Daha doğrusu, buluşmayı aksatmanın üzerimden henüz atamadığım gerginliğinden dolayı, gülemiyordum. Ne kadar yürüdük, bilmiyorum. Sıkıntımın hafiflediğini hissettiğim bir anda, tekrarlayıp durduğu söz dikkatimi çekti. “Seni de Mahzuni haa…” derken ne kast ediyordu? Durdum, onu da durdurup sordum, “’Seni de Mahzuni haa…’ deyip duruyorsun. Yoksa Mahzuni sana da mı buluşma kaçırttı?”
Kıkırdamasını kesmedi, ama cevabı gittiğimiz evde verdi.
On beş gün önce Antep’ten Malatya’ya geliyormuş. “Antep-Malatya arası otobüsle ortalama üçbuçuk-dört saattir. ‘Antep’ten 10.00 ya da 10.30’de kalkan otobüslere binersem, hem Malatya’dan en son 15.00’te kalkan Kürecik minibüslerine yetişirim, hem de Malatya’nın içinde fazla beklemem’ diye kendimce bir zaman planlaması yaptım” diye başlayıp anlatmaya devam etti: “Antep’ten çıkışta otobüs biletimi Kürecikli işportacı bir sempatizan aldı. Daha çok Küreciklilerin tercih ettiği bir firmaya ait otobüsün şoförünü de tanıyormuş. Beni bindirirken gidip şoförle görüştü. Oturduğum koltuktan izliyordum, şoföre bir şeyler söylüyor, arada bir ikisi birden dönüp bana bakıyorlardı. Bu arada cebinden çıkardığı bir müzik kasetini de şoföre uzattı. Sonra yanıma geldi, ‘Seni şoföre emanet ettim, ona bir de yeni çıkan bir kaset hediye ettim. Yolda çalacak, dinlersiniz’ deyip indi. Otobüs hareket etti, eder etmez de, otobüsün, işporta işi kara güneş gözlüğü takmış, hafif göbekli, pos bıyıklı şoförü, ardı ardına teype kasetler yerleştirmeye başladı. Şehri çıkıncaya kadar çaldığı şeyler bildiğin minibüs-otobüs şarkıları, türküleri idi. Fakat Antep’i çıkıp Maraş yoluna girince, birden bire, bugün sana buluşma kaçırtan Mahzuni türküsünü yerleştirdi teype. Ben önce tedirgin oldum… Fakat türkü bitince otobüste bir hareketlenme oldu. Bazı yolcular hemen şoförün yanına gidip, kulağına bir şeyler fısıldadılar. Bu fısıldamalardan hemen sonra, gidip gelenler daha yerine oturmadan türkü yeniden başladı. Türkünün her bitişinde, aynı tablo tekrarlanıyordu: Koltuklarından kalkan bazı yolcular şoförün yanına gidiyor, geleni yan gözle süzen şoför, onların bir şey söylemesine fırsat bırakmadan önce hafifçe tebessüm ediyor, sonra başıyla ‘Tamam, tamam’ anlamında bir işaret yaparak malum türkünün kasetini teype tekrar sürüyordu. Bu böyle epeyce devam etti.
“Benim koltuk arkadaşı ise, son istekli yolcu şoförün yanına gidip gelinceye kadar renk vermedi. Otobüsün kasetçalarının yuvası bozuk olmalı ki, yola çıkarken ambalajından yeni çıkarılan ve durmadan çalınan kaseti kısa sürede bozmuştu ve kasetten son isteklerde cızırdama sesleri yükselmeye başlamıştı. Bir ara istekliler seyrelir gibi olunca, bu kez benim koltuk arkadaşı kalktı yerinden. Ağır ve kendinden emin adımlarla şoförün yanına gitti, izin filan almadan teypteki kaseti çıkardı, sonra yolculara döndü, ‘Kimse üzülmesin, yedeği var’ deyip, kolunda tuttuğu ceketinin cebinden daha ambalajı bozulmamış bir kaset çıkararak sürdü teype. Yerine dönerken de ekledi, ‘Malatya’ya kadar daha iki saatlik yolumuz var, ama merak etmeyin, bende İstanbul’a yetecek kadar yedek var’ deyip cebinden 2 kaset daha çıkardı ve gösterdi. Otobüsten bir alkış sesi yükseldi. Böylece dört saatlik Antep-Malatya yolculuğu, hem de nasıl geçtiği anlaşılmadan, Mahzuni türküsüyle geçti. Otobüste neredeyse herkes birbiriyle ahbap olmuştu. Tabii ben de koltuk arkadaşımla. Pazarcık’ın (Maraş) Alevi köylerindenmiş. Mahzuni’yi çok severmiş. Köylerden kasabalardan hurda demir toplayıp Antep’te satıyormuş. Bir ara eğilip, kulağıma, ‘Sende hiç köylü hali yok gurban, devrimci telebelere[talebelere] benziyorsun. Onlar hala buralarda köylü kılığında dolaşıyormuş. Korkma ben kimseye bir şey söylemem’ dedi. İnkâr etmem kâr etmedi. Malatya’da inerken, tuttu kolumdan, beni bir lokantaya sürükledi. ‘Yahu, etme eyleme, Akçadağ’a kalkan otobüse yetişmem gerek’ dediysem de, ‘Yarın gidersin, otel ve yol paran da benden’ dedi. Mahzuni türküsü muhabbeti yüzünden zaten otobüs de yavaş gelmiş, normal saatinden yarım saat geç girmişti Malatya garajına. Bizim yol arkadaşının lokanta ikramı derken, ben Kürecik minibüsüne yetişme şansımı iyice kaybettim. Ama işin kötüsü, akşama arkadaşlarla Kepez’de on iki gün önceden ayarlanmış buluşma sözümüz vardı. Mahzuni türküsü yüzünden ben de bu buluşmayı kaçırdım ve ertesi gün gittiğim Kürecik köylerinde Ali’leri bulmam iki günümü aldı. Ama onlar benim bu akşam korktuğum kadar korkmamışlardı. Bir kaset, bir teybimiz olsaydı, bu akşamın hatırası olarak bir de burada dinlerdik senin türküyü.”
Gıyabında tanıdığım Mahzuni ile ilgili ilk anım, bu iki buluşma kaçırtma “vak’a”sıdır. Kısa süre sonra yaşam çizgimiz Mahzuni ile bizleri bir askeri tutukevinde buluşturmasaydı, bu gıyabi anı da, benzeri yüzlercesi gibi bir gün unutulup gidecekti.
Mahzuni ile olan ikinci ve yüz yüze olan anıma geçmeden önce, bize buluşma kaçırtan bu ünlü türkünün tamamını anmak isterim. Mahzuni’ye olan devrimci gönül borcumuzun zorunlu bir gereği olduğunu düşündüğüm bu anmayı, okurların hoş göreceklerini umuyorum.

Erim erim eriyesin
Köşkün sarayın yıkılsın
Erim erim eriyesin
Umudun suya dökülsün
Erim erim eriyesin
Çölden çöle sürünesin
Musa isen Tur-i Sinan
Haktan gelmiş idi İnan
Yesin seni yılan Çayan
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin
Aslan pençesi vurulsun
Çayın Deniz’de kurusun
Gözlerin yansın çürüsün
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin
Mahzuni' yi severidin
O'na sevgilim deridin
Candan başka ne yeridin
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin

3-ANKARA YILDIRIM BÖLGE ASKERİ TUTUKEVİ VE JİLET PAZARLIĞI
Yukarıda sözünü ettiğim buluşma olayından üç-üç buçuk ay sonra, 1972 Aralık ayında İstanbul’da tutuklandım. 1973’ün Nisan ayı son günlerine kadar İstanbul’da Harbiye Askeri tutukevinin gözaltı hücrelerinde kaldım. Sonra bizi, aynı devrimci örgüt ve davalardan tutuklandığımız bir arkadaşla (Hikmet Şenses) birlikte, Harbiye hücrelerinden alıp, Ankara’ya götürdüler. Biz aynı zamanda, Ankara Sıkıyönetim Mahkemelerinden birinde görülmekte olan TİİKP Davası’nın da sanıklarıydık.
Bizi Ankara’ya götüren polis ekibi, arkadaşımla beni önce Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün altıncı katındaki “Siyasi Şube”ye teslim etti. Sıkıyönetim Askeri Cezaevi’ne bizi, sorgumuzu yaptıktan sonra onlar götürecekti. İstanbul’da beş aya yakın süre kaldığımız gözaltı hücrelerinde sorgumuz esasen yapılmış olduğu için, Ankara Emniyeti Siyasi Şubesi, getirildiğimiz günün ertesi günü gece yarısı usulü bir sorgu yaptıktan sonra bizimle işini bitirdi. Ve o gece yarısı, “Siz yarın Sıkıyönetime sevk edileceksiniz, yeter artık size baktığımız” deyip bizi, giriş katındaki genel gözaltılar kısmına attı. Koca bir hangarı andıran bu kısım, hırsızlık, dolandırıcılık, yankesicilik, yaralama, cinayet, trafik suçları vb başta olmak üzere, siyasi olmayan suçlardan gözaltına alınmış kişilerle ağzına kadar doluydu.
Biz arkadaşımla, pisliğin, bitin pirenin kol gezdiği bu yere atılmayı bile nimet bilmiştik. Çünkü, aylar sonra ilk kez bir araya geliyorduk. Sorgularla, yakalanmalarla ilgili birbirimize anlatacağımız çok şey vardı. Değil yatacak, oturacak yer bulmanın bile mümkün olmadığı ve beş-on dakikada bir yeni bir veya birkaç kişinin atıldığı bu hangarda, kimseyle ilgilenmeyip, kendi aramızda koyu bir volta sohbetine başlamıştık. Aradan yarım saat-kırk beş dakika geçmeden, karantina denen bu hangarın demir kapısının mazgal penceresinden, “Siyasiler gelsin” diye bağırılarak adımız okundu. Bizi, karantinadan çıkartıp, bitişikte bulunan, yeni açtıkları ve içinde tozlu tahta ranzalar olan bir odaya kapattılar. Kapıyı kapatan polis, sabaha kadar burada kalacağımızı, biraz sonra Âşık Mahzuni’yi de buraya getireceklerini söyledi. Zaten, gözaltı kısmına bakan polislerin bitişikteki odasından, Mahzuni’nin adının da geçtiği gülüşmeli kahkahalı sohbet sesleri geliyordu. Çok geçmeden kapı açıldı ve takım elbisesi, kravatı ile Mahzuni yanımızda belirdi. Polisler hakkımızda bilgi vermiş olmalılar ki, yaklaşıp bize, “Geçmiş olsun, canlar” diyerek sıcak bir selam verdi. Daha tozunu toprağını almadığımız ranzalardan birinin kenarına sekilendirip biz de ona geçmiş olsun dedik ve neden tutuklandığını sorduk. “Malum türkü”den olduğunu söyleyince, benim yukarıda anlattığım öykümü de bilen arkadaşımla birbirimize bakarak anlamlı bir şekilde gülümsedik.
Mahzuni’ye kısaca kendimizi tanıttık, öykümüzü anlattık. İçlerinde Afşinli, Elbistanlı polislerin de olduğu ekip, Mahzuni’nin hatırına, bize ranzaların tozunu toprağını silecek bez, sünger, altımıza serecek karton, gazete vb verdiler. Gece yarısına geçtiği halde, Mahzuni’nin plak şirketi gözaltı polislerine o geceki üçüncü “paket kebap” servisini yaptırdı. Üçüncü servisten biz de payımızı aldık. Ayrıca kapımız sabaha kadar durmadan açılıp kapandı. O gece Emniyet Müdürlüğü’nde nöbetçi olan ve Mahzuni’nin gözaltında olduğunu birbirinden duyan Afşinli, Elbistanlı polislerin biri gidip biri geldi. Bize de sabaha kadar çay servisi yapıldı.
Sabah gün başladığında, Afşinli, Elbistanlı polis ziyaretlerine Maraşlı, Antepli polisler de katıldı. Öğleden sonra, bizi kelepçeleyerek, Mahzuni’yi kelepçesiz, Sıkıyönetim Mahkemesine götürdüler. Biz de, Mahzuni de gıyabi tutuklu olduğumuz için, tutuklama kararının yüzümüze okunmasından ibaret mahkeme işlemi üç-beş dakikada bitti ve mahkemeye getiren polis ekibi tutuklamadan sonra bizi Yıldırım Bölge Askeri Tutukevi’ne teslim etti.
Girişte üçümüzü, Ankara’daki askeri tutukevlerini (Mamak ve Yıldırım Bölge’yi) cehenneme çeviren ekip karşıladı. Başlarında Binbaşı Ayhan Kutluer, yardımcıları Üsteğmen Burhan Poturna ve çizmesinden elindeki kamçıya kadar her şeyiyle Nazi subaylarını taklit eden Dr. Yüzbaşı Metin Denli… Küfür, hakaret ve tehditler altında kaydımız yapıldı. Dr. Metin Denli, sözde, bir hastalığımız olup olmadığını tespit etmek üzere, bizi muayene etmek için orada bulunuyordu. Fakat o bizi, oturduğu masanın önünde ayakta bekletirken yüzümüze tiksinircesine bakıp söverek, tehditler savurarak “muayene etmiş” oluyordu. Bu hakaret ve tehdit merasiminin ardından bir hastalığımız olup olmadığını sordu, sonra da cevap beklemeden, “Vücudunuz sapasağlam, kafanız, daha doğrusu kafanızdaki fikirler sakat. Onları da burada düzelteceğiz” dedi. Sonraki günlerde Alpaslan Türkeş ve ünlü Nazi doktor Mengele hayranı olduğunu övünerek söylemekten çekinmeyecek olan bu doktor, tam çıkarken Mahzuni’ye özel bir tehdit de savurdu: “Bakalım kim erim erim eriyecek? Seni burada mum gibi eriteceğiz…”
Yıldırım Bölge’de Mahzuni ile üç ay birlikte kaldık. Bir manevi eziyet ve işkence olarak zorla yaptırılmak istenen toplu “yemek dua”larına, “askeri eğitim”lere, vardan yoktan dayak atmalara birlikte direndik. İdare ile her ilişki, bir eziyet ve işkence fırsatı olarak değerlendiriliyordu… Ama ille de sakal tıraşları… En büyük eziyet ve işkence sakal tıraşları idi.
İçeriye jilet, tıraş makinesi gibi şeyler verilmiyordu. 45-50 kişilik koğuşun sakal tıraşını, haftada bir kere, asker berber yapıyordu. Fakat 45-50 tutuklu bir tek jiletle tıraş ediliyordu. Başta tıraş olan ilk 10-15 kişi neyse… Ama ondan sonrakiler ve hele otuzuncu, kırkıncı sırada tıraş edilenler… Tek sözcükle al kan içinde kalıyorlardı. İlk tıraş günü, tek jilet eziyetinden habersiz, Mahzuni sonlarda tıraş oldu. Üstelik çoğu 18-22 yaşlarında gençler olan tutuklular içinde sakalı en gür ve sert olanların başında Mahzuni geliyordu. O gün tıraştan kalktığında, adeta boğazlanmış gibiydi. Mahzuni’nin durumunu görünce, koğuştaki grup temsilcileri derhal toplanıp, asker berberin yanına gittik ve bir daha tek jilet veya üç-beş jiletle tıraş etmeye kalkışırsa, hiçbirimizin tıraş olmayacağını bildirdik. “Komutan emridir, ben emri yerine getiririm” gibisinden bir cevap verdi. İsteğimizi, akşam sayımında, her sayıma gelen binbaşıya da söyledik. Önce bir tehdit savurdu, fakat ziyaret gününün bir gün öncesi olan tıraş günü geldiğinde, önce bizimle 2 jilet, 3 jilet pazarlığına kalkıştı. Akşama doğru, “Mahzuni için 1 jilet, geri kalanlar için 4 kişiye 1 jilet” şartında anlaştık.
Mahzuni’nin yargılaması, tutuklamadan bir ay sonra başladı. Avukatlığını yapanlar arasında, yanılmıyorsam, CHP’de İsmet Paşa’yı devirip yeni yönetime gelmiş Ecevit ekibinden Turan Güneş ile biri iki CHP’li avukat da vardı. İkinci veya üçüncü duruşmada, o zaman Başbakanlıktan ayrılmış olan Nihat Erim’in, “Bir halk ozanı Başbakan'ı sevmek mecburiyetinde değildir” anlamındaki şahsen şikâyetçi olmadığını belirten ifadesinin mahkemeye ulaşmasından sonra tahliye oldu. Sanırım sonradan verilen kısa süreli bir hapis cezası da, Mayıs 1974’te çıkarılan af kanunu ile ortadan kalktı.
Yıldırım Bölge Askeri Tutukevi’ndeki yaklaşık üç ayılık beraberliğimizde Mahzuni’den, hem Şerif Cırık’lıktan Mahzuni’liğe uzanan sanatçılık öyküsünü, hem de bol bol türkülerini ve onların öykülerini dinledik.
Gerek düşünsel dünyasını anlamaya dönük, gerekse türkülerinin sözü, sesi, içeriği, ezgisi bakımından beslendiği kaynaklar üzerine geceler boyu süren uzun sohbetler yaptık. Düşünsel dünyasına ve beslendiği kaynaklardan yarattığı sanatsal bireşime ilişkin kendisinin yaptığı enfes bir tanım vardı. Belleğimde kaldığı biçimiyle, “Pir Sultan’ın felsefesine Âşık Veysel mülayimliği katıp, onlara da Davut Sulari sesini ekleyince, ortaya Mahzuni çıktı” şeklindeki bu tanım, Ozan Mahzuni’yi en iyi anlatan tanımdır.
Mahzuni sonuna kadar Pir Sultan gibi bir dava adamı oldu. Onun gibi, “Dönen dönsün ben dönmezem yolundan” tutarlılığında oldu. Mazlumların ve emekçilerin yanında, zalimin ve sömürücünün karşısında oldu. Ama o Pir Sultanlığını, Veysel yumuşaklığı ve Davut Sulari ezgisi ile yürüttü.

4-MAHZUNİ’NİN MİLLETVEKİLİ ADAYLIĞI VE “AMERİKA KATİL, KATİL…”
Mahzuni ile ikinci ve son beraberliğimiz, Nisan 1999’da yapılan Milletvekili Genel Seçimleri sırasında, ilkinden yirmi altı yıl sonra oldu. O seçimde ben İstanbul 3. Bölge’den İşçi Partisi’nin, Mahzuni de İstanbul 1. Bölge’den Barış Partisi’nin milletvekili adayları idik. YÖN Radyo’nun adaylar için düzenlediği bir tartışma ve tanıtım programında, BP adayı Mahzuni, CHP adayı Yavuz Top, EMEP adayı ve TÜMTİS Başkanı Sabri Topçu ve İP adayı Arslan Kılıç olarak birlikte olduk. YÖN Radyo programın biçiminde bir ilginçlik yaparak, program yönetimini de bana verdi. Ben hem programı yöneten kişi, hem de programın konuğu oldum.
Mahzuni ile önce kuliste kucaklaşıp, araya giren uzun yılların hızlı bir özetini yaptık birbirimize. Tabii ki daha çok ben Mahzuni’ye anlattım. Onun yaşamı daha göz önünde olan, daha çok bilinen bir yaşamdı. Benim cezaevlerinde kaldığım 1972-1983 yılları arasındaki çeşitli zamanlarda Maraşlı Ozan Emekçi ile birbirimize selam göndermelerimizi andık. Programdan ve seçimlerden sonra tekrar ve ortak dostumuz, ağabeyimiz olan Nejat Birdoğan’nda buluşmak üzere birbirimize sözler verdik. Bu sözü ikimiz de yerine getiremedik. Bu ayrı bir konu ve benim içimde, hem büyük ozan Mahzuni bakımından, hem de Türkiye’nin yetiştirdiği eşi az bulunur halkbilimcilerden Nejat Birdoğan bakımından, bir yaradır.
O gün yönetimi bana emanet edilen programı, teknik kumanda masasındaki arkadaştan rica ederek, Mahzuni’nin kendi sesinden “Amerika katil, katil…” türküsüyle açtım. Türkü bitince yaptığım açış konuşmasına, deyim yerindeyse, “yürekten kopup gelen bir sesle”, şöyle başladım: “Evet, bizi dinleyen değerli yurttaşlar, tarih, daha 1960’larda ‘Vietnam’ın suçu nedir?/Amerika katil katil!’ diyen Âşık Mahzuni’yi haklı çıkardı. Amerika 1975’te yenildi ve Vietnam’dan kovuldu. Bütün dünya ve ABD’nin yıllardır ‘Vietnam sendromu’ yaşayan bizzat kendi toplumu, Vietnam’da Amerika’nın suçlu ve katil olduğunu kabul etti. ABD, bunu 10 yıl önce söyleyen bu büyük Türk ozanını dinlemediği gibi, onu işbirlikçileri kanalı ile kendi yurdunda perişan etti. ABD bugün de Yugoslavya’ya, Irak’a saldırıyor. Türkiye’de ve dünyada ABD’nin saldırganlığına yine karşı çıkan bütün namuslu, haktan adaletten yana insanlar, saldırganı yine Mahzuni’nin türküsü ile lanetliyorlar. ABD, emperyalistliği ve saldırganlığı sürdürdüğü sürece, Mahzuni’nin türküsü bütün dünya halklarının, haktan adaletten yana bütün insanların duygusunun sesi olmaya devam edecektir!”
Stüdyodaki Mahzuni’nin gözleri yaşardı. Yavuz Top’la kuliste başladıkları CHP-BP tartışmasını bir kenara itti. CHP-BP, Alevi-Sünni ayrılıklarının üstüne çıkarak, mikrofondan, “Mahzuni 1960’larda hangi mevzide ise bugün de aynı mevzidedir. Aslına bakarsanız benim partim, 1960’lardan beri İşçi Partisi’dir” diyen bir konuşma yaptı. “Ben, 1964’ten beri bağımsızlıkçıyım ve halkçıyım” dedi ve bütün solu bu iki ilke temelinde birleşmeye çağırdı.
Stüdyodan çıktıktan sonra, “Oh bee, rahatladım… Günlerdir süren CHP, BP dedikodularından bıkmıştım” dedi. Son bir kez birlikte bir çay daha içtik ve sonra kucaklaşarak ayrıldık. Bir daha görüşemedik…
O her zaman, kendi “Ayağına cennet kiralansa da” , “viran bağlar”da bırakılmış insanların sesi oldu. Yeryüzü insanlık cenneti olduğunda, Mahzuni de viran bağlardan çıkıp cennete geçecektir.